Rize, Çayeli [Senoz Vadisi] Ormancık köyünden (Mardal) Hamit
Balcı’in oğluyum. 1941 doğumluyum.
*Çocukluğunuz nasıl geçti, okul öncesi ve sonrası olarak?
Köyümüzde bizim dönemimizde okul vardı. Fakirlik devriydi.
Kendimizin yaptığı gonavez (ceket) kendirden yapılırdı. Onları giyerdik. Okul
çağına kadar öyle büyüdük. Çarık lükstü. Bir hatıramı anlatayım. Rahmetli babam
beni Başköy’e bal almaya gönderdi. Biz de tamam dedik, ayağımda ‘odvenik vardı’
çarık biraz daha lüks. Odvenik buzağın bacağının derisinden yapılırdı.
Odvenikle gitmeyeyim diye bulmenun (odanın) penceresinden gizlice içeri girdim
ve oradaki bayramlık çarukleri aldım. Oradan çıktım aldım, biraz gittikten
sonra çarukleri giydim, ‘odvenik’leri orada bıraktım. Dönünce babam anladı tabi çarıkları alıp
giydiğimi. ‘Yazık değil mi çarukleri giyiyorsun?’ diye kızdı. Mali durumumuzu
anlayın artık. Kadınlar tarlalarda, çayırlarda yalınayak çalışırdı, ‘kahon’
yapardi.
Bir gün tanımadığımız görmediğimiz şekilde giyinmiş birisi
evimize geldi. Bana dedi ki “Saymayı biliyor musun?” Evet dedim ve saydım 1, 2,
3, 4…. “Başka kardeşin var mı?” dedi. Var dedim. Ben onunla konuşurken baba
annem biz ‘beykona’ derdik, ‘yok’ dedi. ‘Uşak bilmez’ dedi. Kardeş erkeğe
‘uşak’ derler bizde. Ben var derken ablamı kastediyorum. Ama meğer ablamı okula
göndermek istemiyorlar onun için ‘yok’ diyorlar. Gelen ise Peraston’dan
(Uzundere Köyü) Hüseyinahlardan Süleyman idi. Köyde öğretmendi. Parahol’da
öğretmenlik yapıyordu. Ona görev vermişler demek ki, evdeki okuma çağındakileri
okula yazdır diye. Köyde bizim öğretmenimiz Hecce ve Ahmet öğretmenlerdi vardı.
Hatice öğretmen de, Ahmet öğretmen de yine bizim köydendi.
*Okul dönemi nasıldı?
Çocukların hiç şehir hayatı olmadığı için, şimdiki şartlarla
hiç alakası yoktu. 1-2-3 bir arada, 4-5.’inci sınıf bir aradaydı. Okulumuz iyiydi,
öğretmenlerimiz de iyiydi. Okuldan çıkınca Mahmutoğlularıyla dalardık birbirine.
Yol üstündeki köy camiinin yanına inince Başköylülerle dalardık birbirine.
Çünkü orası yol ayrımıydı. Bizim mahalleye geçince bu defa Areknerlilerle
dalardık birbirine. Keç oynarduk, sonra bir gün sonra sabahleyin hiç bir şey
olmamış gibi arkadaşça okula giderdik. Çok fakirlik vardı, bir kalemi ikiye
bölerdik öyle kullanırdık.
Bir hatıramı anlatayım: Öğretmenimiz ‘Yarın iyi şeylerinizi
giyin, gezmeye götüreceğim sizi’ dedi. Ben de eve gidince evde bir şey yok,
babamın sandığını açtım, içinde beyaz bir şey vardı, onu aldım. Çantama koydum,
annemden habersiz. Sonra onu okula giderken yolda giydim ve okula gittim. Bana
göre çok güzel, çok hoşuma gitmişti. Herkesten farklı giyinmiştim. Okula
girerken öğretmen beni gördü ve yanına çağırdı. “Kim giydirdi sana bunu?” dedi.
Ben de ‘annem’ dedim. ‘Çıkar bakayım onu’ dedi. Ben de beni kıskandı diye
düşündüm. Meğer giydiğim şey, atlet imiş. Atlet nedir bilmediğimiz için, güzel
ve beyaz görüp onu giymişiz meğer…
Eskiden çok saygı vardı. Mesela yolda büyüklerimizi görünce
hazırol vaziyetine geçer selam verirdik. Gençlikte yanlış olan taraflar da
vardı. Sosyal hayatı olmayan bir çocukluk yaşadım. Cahillek vardi tabii ki.
Bizi köyden köye gönderirlerdi: “Al şunu şu köydeki filanca kişiye götür.”
Büyüklerimiz böyle bir iş verdiği zaman “yapmam” demeyi bilmezdik, işin doğrusu
korkardık. Ailemiz de bunu normal karşılardı. Yani büyük birisi iş
yaptırdığında itiraz etmeye hakkın yok. Gidilecek, git. Öyle “Annemden izin
alayım, babamdan izin alayım” öyle bir şey yok. Bu çocuk korkar mı korkmaz mı
öyle bir şey yok. O tarafları kötüydü.
*Çarıktan sonra ‘kara lastik’ dönemine ne zaman geçildi?
Rahmetli Hüseyin Çakır emice İstanbul’dan köye gelmişti.
Babam gri renkte bir kumaş almış, bana göndermiş. Babik’te (Çukurluhoca Köyü) terzi
Arif dayı vardı. Dedemle birlikte oraya gittik, ölçüyü aldı. ‘Dubet’
(gömlek-ceket ortası bir şey) yaptıracaktık. Ölçüyü verdik çıktık. Ben tekrar
döndüm terziye. Arif emice benumkini ‘sertuk’ (ceket) yap, kolun üstüne de
pamuk koy’ dedim. Yani omuzlarda pamuk olsun istedim. O da pamuğu çok büyük
yapmış. Mecburen aldık. Bir de 5-6 tane de kase göndermişti. Çay içmek için.
Çay içmek için bardak bile yoktu. İşte o zaman bir de kara lastik göndermişti
giymek için. İlk o zaman giymiştik kara lastiği. Bayramlıktı yani.
Büyükannem baba evi olan “Arsevos”a (Çayeli’nin bir köyü)
gidiyordu. Beni de yanına almıştı.
Çayeli’ne giderken Ziya dayının hanı vardı. Ben daha oraları bilmiyorum,
Çayeli’ne hiç inmemişim, gitmemişim. Girdik içeri buğday ekmeği ve helva azeğumuz
vardi. Ziya dayı da çay geturdi. Orada otururken bir ses geliyor. Dedim anne bu
nedir? Motor diye cevap verdi. Motor görmemişim, motor nedir bilmeyiz.
Beyukonoma ‘Deniz nerededur’ dedim. Deniz arka taraftadur dedi. Ne kadar
beyüktür, “İşte beyuktur” dedi. Bizim ev kadar var mi, var dedi. Başköy’e kadar
var mı diye sordum, var dedi. Babiğe kadar var mı, var dedi. Denizin ne
olduğunu dahi bilmiyoruz, kavrayamıyoruz tabii. Neyse gittik Arsevos’a. Ertesi
gün gelirken Çayeli’ne uğradık, orada bir ayakkabı boyacısı gördüm. Ayakkabı
boyuyordu. Ben de ayakkabılarımı boyatayım dedim. Görmemişiz tabi. Neticede
kara lastiklerimi boyacıya boyatım!
*Okula giderken camiye de gidebildiniz mi?
Ben okuldan sonra gittim camiye. 5. Sınıf bitti o zaman
gittim. İstanbul’a gelecektim, okul kayıtlarına geç kaldım. İstanbul’a
gelemediğim için tekrar okula gittim. Diplomayı almışım. Unutmayayım diye
tekrar okula gidiyorum demek ki. Çınar Celal geldi camiye hoca olarak.
Arkadaşlarım camiye gitti. Ben de camiye gitmek istiyorum. Ahmet hoca beni
okula çağırıyordu. Tabii arkadaşları bırakamadım ve tekrar camiye gittim. Ama
zaten ilkokulu bitirmiş, diplomamı almıştım. Güya unutmasın diye beni tekrar
okula göndermek istiyorlardı.
*Köyden biraz bahsedelim. O dönemde köyün ileri gelenleri
kimlerdi?
Naci (Bilgin) Bey sadece köyde değil, Rize Vilayette tanınır
ve bilinirdi. Herkes sever sayardı Naci beyi. Rize’nin valisi sayılırdı. Naci
bey Çayeli’nden köye gelirdi. Babik’ten gidip alınırdı. Köyde kapılar
temizlenirdi. Nacibey’i beklerdiler. Bayram sabahları gelirdi camiye. Alt katta
otururdu. Çok güzel sohbet ederdi. Hatta bir defasında bir ayet okudu. Kemal’ın
hafız orada, Hasanoğlu hafız orada. Nacibey onlara, “Siz okuduğum yerden devam
edin” dedi. İki hafız da devam edemedi. Aynı şeyi Nuri Dedeme söyledi. Dedem o
ayetin devamını okudu. Sonra Naci bey dedi ki, “Bu okudu ama aynı anda beni
imtihan etti.” Meğer böyle zamanlarda bir evvelki ayetten başlamak
gerekiyormuş. Köyde Cumalar kalabalık olurdu. Başköy’den de bizim camiye
gelirlerdi.
Rahmetli deden Molla Nuri (Çakır) Efendi köydeki evin alt
katında otururdu. Bir gün Ramazanda iftarı bekliyorlar. Ethem dayı (Azizoğlu)
iftara yakın pencereden içeri bakınca “Ethem gel yemeği birlikte yiyelim”
diyince rahmetli Ethem dayı, “İştahım yok” demiş. Tabii, Ramazan ayında iftar
vakti iştah olmaz mı? Nüktedan insanlardı vesselam.
İmam dedemin (Mustafa Dilmen), Hafız dedemin (Nuri Balcı) ve
dedenin (Molla Nuri Çakır) üç özelliği var. İmam dedem arkasına ağır yük alır,
200-300 kilo götürürmüş. Dedem, ev yapımında kullanılan büyük ağaçların
virajlardan dönmesi için iyi omuz dayanırmış. Molla Nuri amcanın da en dikkat
çeken özelliği güzel ezan ve Kur’an okumasıydı.
O zaman şartlar çok zordu. Kabak çekirdeklerini kurutup
satacaktık ki para gelsin. 10-15 tane seğer bakardık yiyecek yağ olmazdı.
Sabahleyin kalkıyorsun, Mardalun eğratluğu var. Hovandaş’ten (köye 3 saat
mesafedeki arazi, otlak) çimen eğratluği var. Giderken ekmek, armut yiyerek
gidiyorsun. Oradan geliyorsun yemeği ondan sonra yiyorsun. Bilgisizlikten
kaynaklanan işler. 15 tane seğer bakacağına 5 tane bak iyi bak. Katuk da
alursen. Ama her akşam toplanırdık, der gülerduk. Şimdiki gibi parası olanla
olmayan ayrılmazdı. Orada zenginlik para değildi, çünkü para yoktu. 1952
yılında ilk defa çay ektik. Çay ektiğimiz araziden 7 metre kereste çıktı.
Oradan çıkan kalasları, ağaçlar omuzla, arkayla işçiler taşıdılar dereye
atılacaktı. Yevmiye 1 lira idi. Ağaçlar derelere atılarak Çayeli’ne doğru
taşınırdı.
*Yayla hayatından biraz bahseder misiniz?
Biz en çok Ediler Yaylamızı severduk. Her sene yeyleye
giderdim. 4-5 sene çobanlık ettim. Ediler bir köyün yaylası olduğu için çok iyi
tanıyorsun birbirini. Kimse senden çekinmiyor, sen de çekinmiyorsun. Rahat
gidip gelebiliyorsun. Ne olursa olsun orada olan hiç dışarı taşmazdı. Mesela
gündüz hep beraber çobanlık ederduk. Toplanma neresi, ‘bayirun tumbi’ denen
yer. Tabii Ediler’de sevdaluk da olurdi.
*O zamanki yaylacılar kimdi?
Başköylü kereginum, Koçken Asiye, çok zekiydi. Tok bir
kadındı. Bir şeyini anlatayım. Bir gün rahmetli Salim’in (Bilgin) oteli vardı.
Oraya gitmiştim. Ben de o günlerde köye gidecektim. Ralmetli Salim’e dedim ki,
“Koçken asiyenin yatağı yok, yatak yaptıracağım. Parasının yarısını sen,
yarısını ben vereceğiz” Dedi ki “Yaptır, parasının hepsini ben veririm.” Gittik
köye, bir iki gün sonra şeker yaptırmışım, annemle beraber indik Köçkenin
evine. Oturduk başladık konuşmaya, cahillik işte. Dedim ki “Asiye hala
gideceğim Mapavriye. Bir eksiğin var mı onu alalım.” O da “Biz de her şey var.
Lazım değil” dedi. Bizim cahilliğimiz, o söze inandık ve hiçbir şey almadık.
Asiye hala aynı zamanda büyük bir halk şairdi, ‘atma türkü’ kurardı.
Koçken Hevva hala, erkek gibi kadındı. Çok cömertti.
Hepsinin özelliği vardı. Hurem hala, kapıda ya Kur’an olurdu, ya mezraklı
ilmihali okurdu. Beyukonon Kevser, içluğun üzerine göğüslük bağlardı. Namaz
kılarken çıkartırdı, sonra giyerdi. Çok hakları var bizde. Bir tane Türkçe
yazılmış mevlüd kitabı vardı. Onu okuyorduk türkü gibi, o da mevlid okuyoruz
diye beğenirdi. Ediler Yaylası (Pelat’a yakın yayla) soğuk bir yerdi. Akşamları
otururduk, geç vakit kalkarken rahmetli namaz kılmayanları hicvetmek için derdi
ki, “Ne mutlu namaz kılmayanlara” derdi. Annemi tanıyorsunuz Nesime. Annemin
adı Nesime’ydi ama herkes, ‘Nesime ona(anne)’ derlerdi. Şevki’nin Hevva. Akşam
gelirdi bize, annem de namaz kılar, erkenden uyumaya başlardı. Hevva hala
konuşur konuşur, annem uyur bu arada. Sonra “Ben kalkeyim bare” derdi. Annemi
dürterdim, o ya yarı uyanık halde, “Hevvayum hadi gideyimisen” derdi. Rahmetli
Cermoğuli Gülsüm vardı. Bir gün yeni gelmişim yeyleye. Ben de gittim çoban,
gülsüm ona sen de git dedi, yok sen git ben kollarom dedi.
*İstanbul’a ne zaman ve nasıl geldiniz?
Süleyman (Dilmen) dayımla geldim İstanbul’a. Babam
çağırmıştı geldim. Önce Rize’ye geldik, bineceğiz vapura, bir akşam kaldık
Rize’de. Sabah bindik vapura 5 güne geldik İstanbul’a. Babam bizi aldı Tophane’den.
Eminönü o zaman yine biraz kalabalıktı. Başka bir cadde yok, sadece o cadde
vardı. Babamın çalıştığı otele geldik. 2. katta Aloman Emice (Ahmet Erdem)
çalışırdı. Özipek Palas Oteli. İçeri girerken ben arkadan girdim, içeri girince
elektrik lambası yandı. Ben de lambayı kapatmaya çalışıyorum, lambayı
çeviriyorum. Aloman Emice geldi, “Olo neydeyisen?” dedi. Ben de ‘lambayı
kapatıyorum’ dedim. Tabi kapatamıyoruz, kapatmayı bilmiyorum. Meğer lambanın
düğmesi var oradan kapanıyor, düşünün artık bir şey görmemişiz.
Babam her gün b ana 150 kuruş veriyor, yemek ve yol parası.
Bir gün oteldeki odadan indim aşağıya. Babam birisiyle konuşuyor. Bana “Gidiyor
musun?” dedi, Ben de gidiyorum dedim. Babamın yayındaki adam “Kimdir bu” diye
sordu. Babam da “Benim oğlum” dedi. Nerede çalışıyorsun dedi, anlattı babam.
Beni aldı, beraber arabasının yanına gittik. Bindik arabaya beni yolunun
üstünde olan çalıştığım yere götürdü. Sene 1953. Sonra öğreniyorum ki o zamanki
Turizm Bakanı Nurettin Arıcıoğlu imiş. Bana ki “Seni götüren ‘bakandır’”
dediler. Ben ‘bakan’ ne demektir bilmiyorum ki! Ben arabaya hayran kalmıştım.
Köyde o zaman iyi tarafları çoktu ama millet önünde örnek
zengin olmadığı için, bilmediği hayatı arzulamazsın. Belki o bakımdan rahattık.
Büyüklerimiz de pek bilmiyordu. O zamanki amaç neydi, İstanbul’a gelecek
güzin/kışın çalışacak, yazın kira parasını, bir de yalıcılık parasını, bir de
üzerine bir elbise yaptı mı en zengin sensin. Gaye o idi. İşe güce, teşvik eden
de yoktu, bilen de yoktu. Amma bir şeyi sonradan düşündüm, köyde dikkat edin,
eskiden arazileri olmayanlar mecburi geldi İstanbul’a onlar zengin oldu, maddi
olarak kazandı.
Mesela seğer/inek vergisi vardı. Çalkatura derler. Bir gün
kocakari Haçipostan yukarı gidiyor. Çalkatura/vergi memuru yukardan geliyor.
Soruyor ‘hala nereye gidiyorsun?’
Kocakari da “Ah uşağum sorma Çalkatura mi nedur gelmiş, seğerleri ondan
kaçureyom” demiş. Ben şahsen görmedim ama böyle şeyler oluyormuş.
*Bir müddet Almanya’da da işçi olarak çalıştınız. Biraz da
Almanya’tan bahsetseniz?
1973 yılında gittim Almanya’ya. Bir-birbuçuk ay boşta
kaldım. Akşam bir arkadaş geldi, sabah iş var gidermişin dediler, ben de öyle
başladım işe. Sokaklarda su borusu döşüyoruz. Orada iyi çalıştık, işi kaptım.
İş bittikten sonra bir Alman geldi, bizi kepçeyle götürüyor, hepimiz kaçak
işçiyiz o zaman. Bizi kaldırıyor, indiriyor bizimle dalga geçiyor. Biz ses
çıkaramıyoruz. Neyse gittik barakaya, yemeğimizi yedik. 4-5 gün çalıştık, o iş
bitti. Sonra başka işe girdik. Kaldırım taşları yapıyoruz. Ben el arabasıyla
taş taşıyorum. Orda kendimi sevdirdim, orada taş ustası üç yıl okuyor. 15
dakika kahvaltı, yarım saat öğle yemeği şeklinde çalışıyoruz. Doğru çalıştık,
patronumuz memnun kaldı. Sonra Türkiye’ye kesin dönüş yaptım ve İstanbul’da
fırın açtık. Cerrahpaşa Ekmek Fırınını işletiyoruz. Yaz aylarında köye giderim,
kışın İstanbul’dayız. Köyü ve yaylaları unutamam, her zaman oralarda olmak
isterim.
*Gençlere tavsiyeleriniz nelerdir?
Vaktinizi iyi değerlendirin. Bir insanın boş vakti olamaz.
Adama soruyorsun, hobi mobi… İleriye bakanların hiç birinin ‘boş vakti’
olmamış. Bu zamanda bir gencin iki lisan bilmesi kesinlikle şart. Biri
İngilizce, biri Arapça. İnsan ve genç çalışacak, çalışacak, amma dünyayı
sevmeyecek, çevresi için. Aman aman diyorum, iyi çalışın, sizden sonra gelen
gençlere sahip çıkın, burs verin, bir şeyler yapın. Gençleri unutmayın,
yaşlıların ihtiyacını görün yeter. Gençler bu ülkenin teminatıdır. Bizim köyde
okul vardı, değirmen vardı, iyi kötü yol vardı. Çevrenle köyünle gencinle ilgileneceksin.
Aman okuyun, okuyun, okuyun. Ekmek parası için değil. Okumanın birinci gayesi
kültürlü olmak için olmalı. Yoksa ekmek parası kazanmak için değil. Kültür
olmadıktan sonra paranın değeri yok. Parayı kullanmak için de kültürlü olmak
lazım.