Eylül
Ayının sonları, Ekim Ayının başları bizim Rize’de “Yaylalara veda zamanının” geldiği zaman dilimiydi yaylacılığın
revaçta olduğu günlerde!
Bir
Mayıs ayı daha geldi…
Hatırlayanlarınız
mutlaka vardır. Mayıs ayı yayla hazırlıklarının başladığı tatlı heyecanların
adıdır bizim memleketimizde…
Önce “Mezra-mezre” dediğimiz
yaylalardan başlayan “yayla göçlerimiz” Ekim ayının sonu gibi
nihayete ererek geriye köylere göç başlardı…
Yanlış
hatırlamıyorsam Senoz Vadisinde ki köyler; “ Şarınçor, Çağçor, Pilunçut,
Pelat, Şemkehot, Abelat, Tağpur, Yediçuğur, Çirmanıman, Eğneçor, Zargistal,
Karos, Tavlağank” gibi yaylalara sırayla göç ederlerdi.
Orta
Asya’dan beri gelen kadım bir kültürümüz olan “Yaylacılık geleneği” daha
yakın geçmişe kadar geçinebilmemiz için şart olan işlerimizdendi. Bugün çok az
insanımız bu ihtiyacı duyuyor. Bazılarımız ise hala eski geleneği yaşatmak için
yaylalara keyif için çıkıyor. Keyiften de olsa hala yaylalara giden herkese
buradan sonsuz teşekkürler ediyorum…
Mayıs
ayında “Yaylalara Göç’ü” yazdığım
yazıma bu satırlarla başlamıştım.
Bu
defa dilimin döndüğünce ve hatırlayabildiğim kadar “Yaylalarımızdan geriye göçü” yazmak istiyorum.
Baharla
birlikte havaların ısınmasıyla yemyeşil otların, her türlü çiçeğin dağları
şenlendirdiği günlerde başlayan “Yayla
Göçleri”, Sonbaharla birlikte geride birçok anı bırakarak sona ererdi.
Yaylalara veda zamanı, ilk göçten çok ama çok farklıydı. Yaylalara ilk göçün
coşkusu, sevinci ve özlemi, geriye dönüş göçünde yerini tam anlamıyla bir “hüzne” bırakırdı.
Köylere
yaylalardan göç, her zaman ki gibi ilk göçle gidilen yayladan olurdu. Ben daha
çok bizim “Saatli Çağçor”
yaylamızdan geriye dönüş göçünü anlatacağım. Zaten hemen hemen göçler hepsi
aynı olduğu için, siz okuyucular kendi yaylanızı hayal ederek yazdıklarımı
okuyacaksınız.
Yaylalara
veda zamanının geldiğinin en büyük işareti yüksek dağlara yağan kardı. En
yukarda olan “Şemkehot Yaylamızdan” göç
başladığında yavaş yavaş sonbaharın soğuklarını hissetmeye başlamışız demektir.
Şemkehottan; Pelata, Cenliposa, ve Mesaset yaylalarına geriye göç aynı anda
yapılırdı. Daha sonra bir kısım yaylacılar Pelat Yaylasından Çağçor, Pilunçut
ve köylere daha yakın olan mezrelere inerlerdi. “Tahpur Yaylası” ise, önce Abelat ve daha sonrada “Guycili Çağçor” yaylalarına doğru geriye göçü yaşardı.
Biz
Çağçor yaylasına inenler olarak, ”Abelat
Yaylasından” “Lazlakar Yaylasına”
kadar uzanan sıradağları çok net görürdük. Çok iyi hatırlıyorum, rahmetli Ayşe
Halamın “ bugünde dağlara kar yağmadı”
daha buradayız dediğini.
Velhasıl
beklenen kar Abelat Yaylasına yağınca bizim için göç zamanı da gelmiş olurdu. O
zamanı çok iyi ayarlamak gerekirdi. O günün yaylacıları o kadar tecrübeliydi
ki; kar kapıya dayanmadan “yolcu yoluna
gerek” sözünü adeta ezberlemiş gibi karın geleceğini hissederdiler.
Geriye
göç ifade ettiğim gibi çok hüzünlü olurdu bizim için. Her şeyi ağırdan alarak
hazırlamaya koyulurduk. Katıklar özenle torbalara konurdu. Yaylacılığın en temel
nedenlerinden olan ineklerden elde ettiğimiz süt ürünleri (katık) kış boyu
köyde hane halkı için çok önemliydi.
Düşünebiliyor
musunuz? Yayladan gelen “katıklar”la
birlikte, meşelerden sağılan bal, tarlalardan alınan mısır ve fasulye ile
yapılan turşu ve kış meyvelerinin saklandığı “kilerlerin” (serender) nasıl zengin olduğunu!
Yayla
evimizde kalması gereken eşyaları özel çuvallarına koyarak tavandan asardık ki,
kış boyu hem çürümekten hem de kemirgen hayvanların zarar vermesinden korunsun.
Yayla evinin üzerini örten “ğartumalar”
son kez kontrolden geçer, yine evin duvarlarından düşen taşlar falan varsa
yeniden onarılır ve dönüşe hazır olurduk.
Burada
bir parantezde ineklerimize açmak isterim. “Yaylaya
göç” yazımda bir ifadem vardı. Demiştim ki; “..sabah ahırdan çıkan her bir ineğin havayı koklayarak yayla
yolculuğuna başladığımız o an, benim diyen film yönetmenini kıskandıracak bir
görsellik sunardı bu olaya şahit olan herkese…” diye. İşte yayladan dönüş
sadece biz insanları değil inekleri de hüzne boğardı!
Yaylaya
göç başladığı zaman boyunlarına takılan “çernakları”
sallaya sallaya yol alan inekler, şimdi ise kafalarını öne eğip gitmemek için
sağa sola kaçan, ayak direten ineklere dönüşürlerdi!
Ekim
ayının ilk haftasını da Çağçorda geçirdiğimizi hatırlıyorum. Çünkü köye dönüş
yolunda kendi aramızda konuşurduk; acaba derdik “moleviç ve kaba armudu” yetişmiş
midir?
Çünkü
Şarınçor Yaylasına yaklaştığımızda meyve kokusunu almaya başlardık yol
üzerlerinde ki meyve ağaçlarından dökülen ve üzerine her türlü sineğin ve
böceğin konduğu armutların kokusunu. Aslında biz Çağçor’dan yola çıktığımız
andan itibaren o kokuyu almaya başlardık dersem abartmış olmam!
Bahar
aylarıyla birlikte başlayan “Yayla
Göçleri”, Güz aylarıyla birlikte nihayete ererken; yaylacılar ve yayla çobanları; her “puar’ın gözünde” yedikleri yemeklerini,
dağlarda yankılanan türkülerini, sevdalıklarını, oyunlarını geride bırakarak “yaylalarla vedalaşırken” gelecek
seneye dair yeniden geri döneceklerinin sözünü verirlerdi iç dünyalarında!
Bugün
o eski şaşaalı yayla göçlerini yaşamak mümkün değil tabii. Eski günleri yaşayan
iki üç kuşak hala bu dünyada nefes alıp veriyor. Onlar gelecek kuşaklara benim
burada anlatmaya çalıştığım gibi yaylalarımızı anlatacak ve yaylacılık
günümüzde daha çok dar bir kesimin yapmış olduğu bir uğraş olsa da kesintiye
uğramadan devam edecek diye umut ediyorum!
Hemen
hemen her yaylamıza gidilen araba yolları var artık. Yayla evlerimizin çoğu ya
zarar gördü ya da tamamen yıkıldı bakımsızlıktan. Bu yeni yollar sayesinde
inşallah yayla evlerimize de sahip çıkarak onları yeniden yapmak ve gelecek
kuşaklara aktarmak bizler için olmazsa olmazlarımızdan olur.
Son
olarak; yaylalarımızı boş bırakmayan her şeye rağmen yayla evlerinin bacalarını
tüttüren her bir yaylacımıza buradan sonsuz sevgi ve selamlarımı yolluyorum.
Görüşmek üzere; Allah’a emanet olun…