Son dakika haberi bulunmamaktadır.   Senoz Esnaf  
Senoz Deresi
Anasayfa | Haber Ara | Foto Galeri | Videolar | Animasyonlar | Anketler | Sitene Ekle | Mesaj Gönder | Sohbet | MircScriptİndir

HABER ARA


Gelişmiş Ara

EN ÇOK OKUNANLAR

“Bir kalemi ikiye böler, öyle kullanırdık”

Bir dönem Almanya’da işçi olarak çalışan, Sıtkı Balcı’dan gençlere seslendi: “Vaktinizi iyi değerlendirin. İleriye bakanların hiç birinin ‘boş vakti’ olmamış. Bu zamanda bir gencin iki lisan bilmesi kesinlikle şart. Gençler bu ülkenin teminatıdır. Parayı kullanmak için de kültürlü olmak lazım.”

Kategori  Kategori : Röportajlar
Yorumlar  Yorum Sayısı : 0
Okunma  Okunma : 3718
Tarih  Tarih : 20 Mayıs 2018, 03:20

12 Punto 14 Punto 16 Punto 18 Punto

 *Hacı Sıtkı Balcı’yı kısaca tanıyabilir miyiz?

Rize, Çayeli [Senoz Vadisi] Ormancık köyünden (Mardal) Hamit Balcı’in oğluyum. 1941 doğumluyum.

*Çocukluğunuz nasıl geçti, okul öncesi ve sonrası olarak?

Köyümüzde bizim dönemimizde okul vardı. Fakirlik devriydi. Kendimizin yaptığı gonavez (ceket) kendirden yapılırdı. Onları giyerdik. Okul çağına kadar öyle büyüdük. Çarık lükstü. Bir hatıramı anlatayım. Rahmetli babam beni Başköy’e bal almaya gönderdi. Biz de tamam dedik, ayağımda ‘odvenik vardı’ çarık biraz daha lüks. Odvenik buzağın bacağının derisinden yapılırdı. Odvenikle gitmeyeyim diye bulmenun (odanın) penceresinden gizlice içeri girdim ve oradaki bayramlık çarukleri aldım. Oradan çıktım aldım, biraz gittikten sonra çarukleri giydim, ‘odvenik’leri orada bıraktım.  Dönünce babam anladı tabi çarıkları alıp giydiğimi. ‘Yazık değil mi çarukleri giyiyorsun?’ diye kızdı. Mali durumumuzu anlayın artık. Kadınlar tarlalarda, çayırlarda yalınayak çalışırdı, ‘kahon’ yapardi.

Bir gün tanımadığımız görmediğimiz şekilde giyinmiş birisi evimize geldi. Bana dedi ki “Saymayı biliyor musun?” Evet dedim ve saydım 1, 2, 3, 4…. “Başka kardeşin var mı?” dedi. Var dedim. Ben onunla konuşurken baba annem biz ‘beykona’ derdik, ‘yok’ dedi. ‘Uşak bilmez’ dedi. Kardeş erkeğe ‘uşak’ derler bizde. Ben var derken ablamı kastediyorum. Ama meğer ablamı okula göndermek istemiyorlar onun için ‘yok’ diyorlar. Gelen ise Peraston’dan (Uzundere Köyü) Hüseyinahlardan Süleyman idi. Köyde öğretmendi. Parahol’da öğretmenlik yapıyordu. Ona görev vermişler demek ki, evdeki okuma çağındakileri okula yazdır diye. Köyde bizim öğretmenimiz Hecce ve Ahmet öğretmenlerdi vardı. Hatice öğretmen de, Ahmet öğretmen de yine bizim köydendi.

*Okul dönemi nasıldı?

Çocukların hiç şehir hayatı olmadığı için, şimdiki şartlarla hiç alakası yoktu. 1-2-3 bir arada, 4-5.’inci sınıf  bir aradaydı. Okulumuz iyiydi, öğretmenlerimiz de iyiydi. Okuldan çıkınca Mahmutoğlularıyla dalardık birbirine. Yol üstündeki köy camiinin yanına inince Başköylülerle dalardık birbirine. Çünkü orası yol ayrımıydı. Bizim mahalleye geçince bu defa Areknerlilerle dalardık birbirine. Keç oynarduk, sonra bir gün sonra sabahleyin hiç bir şey olmamış gibi arkadaşça okula giderdik. Çok fakirlik vardı, bir kalemi ikiye bölerdik öyle kullanırdık.

Bir hatıramı anlatayım: Öğretmenimiz ‘Yarın iyi şeylerinizi giyin, gezmeye götüreceğim sizi’ dedi. Ben de eve gidince evde bir şey yok, babamın sandığını açtım, içinde beyaz bir şey vardı, onu aldım. Çantama koydum, annemden habersiz. Sonra onu okula giderken yolda giydim ve okula gittim. Bana göre çok güzel, çok hoşuma gitmişti. Herkesten farklı giyinmiştim. Okula girerken öğretmen beni gördü ve yanına çağırdı. “Kim giydirdi sana bunu?” dedi. Ben de ‘annem’ dedim. ‘Çıkar bakayım onu’ dedi. Ben de beni kıskandı diye düşündüm. Meğer giydiğim şey, atlet imiş. Atlet nedir bilmediğimiz için, güzel ve beyaz görüp onu giymişiz meğer…

Eskiden çok saygı vardı. Mesela yolda büyüklerimizi görünce hazırol vaziyetine geçer selam verirdik. Gençlikte yanlış olan taraflar da vardı. Sosyal hayatı olmayan bir çocukluk yaşadım. Cahillek vardi tabii ki. Bizi köyden köye gönderirlerdi: “Al şunu şu köydeki filanca kişiye götür.” Büyüklerimiz böyle bir iş verdiği zaman “yapmam” demeyi bilmezdik, işin doğrusu korkardık. Ailemiz de bunu normal karşılardı. Yani büyük birisi iş yaptırdığında itiraz etmeye hakkın yok. Gidilecek, git. Öyle “Annemden izin alayım, babamdan izin alayım” öyle bir şey yok. Bu çocuk korkar mı korkmaz mı öyle bir şey yok. O tarafları kötüydü.

*Çarıktan sonra ‘kara lastik’ dönemine ne zaman geçildi?

Rahmetli Hüseyin Çakır emice İstanbul’dan köye gelmişti. Babam gri renkte bir kumaş almış, bana göndermiş. Babik’te (Çukurluhoca Köyü) terzi Arif dayı vardı. Dedemle birlikte oraya gittik, ölçüyü aldı. ‘Dubet’ (gömlek-ceket ortası bir şey) yaptıracaktık. Ölçüyü verdik çıktık. Ben tekrar döndüm terziye. Arif emice benumkini ‘sertuk’ (ceket) yap, kolun üstüne de pamuk koy’ dedim. Yani omuzlarda pamuk olsun istedim. O da pamuğu çok büyük yapmış. Mecburen aldık. Bir de 5-6 tane de kase göndermişti. Çay içmek için. Çay içmek için bardak bile yoktu. İşte o zaman bir de kara lastik göndermişti giymek için. İlk o zaman giymiştik kara lastiği. Bayramlıktı yani.

Büyükannem baba evi olan “Arsevos”a (Çayeli’nin bir köyü) gidiyordu.  Beni de yanına almıştı. Çayeli’ne giderken Ziya dayının hanı vardı. Ben daha oraları bilmiyorum, Çayeli’ne hiç inmemişim, gitmemişim. Girdik içeri buğday ekmeği ve helva azeğumuz vardi. Ziya dayı da çay geturdi. Orada otururken bir ses geliyor. Dedim anne bu nedir? Motor diye cevap verdi. Motor görmemişim, motor nedir bilmeyiz. Beyukonoma ‘Deniz nerededur’ dedim. Deniz arka taraftadur dedi. Ne kadar beyüktür, “İşte beyuktur” dedi. Bizim ev kadar var mi, var dedi. Başköy’e kadar var mı diye sordum, var dedi. Babiğe kadar var mı, var dedi. Denizin ne olduğunu dahi bilmiyoruz, kavrayamıyoruz tabii. Neyse gittik Arsevos’a. Ertesi gün gelirken Çayeli’ne uğradık, orada bir ayakkabı boyacısı gördüm. Ayakkabı boyuyordu. Ben de ayakkabılarımı boyatayım dedim. Görmemişiz tabi. Neticede kara lastiklerimi boyacıya boyatım!

*Okula giderken camiye de gidebildiniz mi?

Ben okuldan sonra gittim camiye. 5. Sınıf bitti o zaman gittim. İstanbul’a gelecektim, okul kayıtlarına geç kaldım. İstanbul’a gelemediğim için tekrar okula gittim. Diplomayı almışım. Unutmayayım diye tekrar okula gidiyorum demek ki. Çınar Celal geldi camiye hoca olarak. Arkadaşlarım camiye gitti. Ben de camiye gitmek istiyorum. Ahmet hoca beni okula çağırıyordu. Tabii arkadaşları bırakamadım ve tekrar camiye gittim. Ama zaten ilkokulu bitirmiş, diplomamı almıştım. Güya unutmasın diye beni tekrar okula göndermek istiyorlardı.

*Köyden biraz bahsedelim. O dönemde köyün ileri gelenleri kimlerdi?

Naci (Bilgin) Bey sadece köyde değil, Rize Vilayette tanınır ve bilinirdi. Herkes sever sayardı Naci beyi. Rize’nin valisi sayılırdı. Naci bey Çayeli’nden köye gelirdi. Babik’ten gidip alınırdı. Köyde kapılar temizlenirdi. Nacibey’i beklerdiler. Bayram sabahları gelirdi camiye. Alt katta otururdu. Çok güzel sohbet ederdi. Hatta bir defasında bir ayet okudu. Kemal’ın hafız orada, Hasanoğlu hafız orada. Nacibey onlara, “Siz okuduğum yerden devam edin” dedi. İki hafız da devam edemedi. Aynı şeyi Nuri Dedeme söyledi. Dedem o ayetin devamını okudu. Sonra Naci bey dedi ki, “Bu okudu ama aynı anda beni imtihan etti.” Meğer böyle zamanlarda bir evvelki ayetten başlamak gerekiyormuş. Köyde Cumalar kalabalık olurdu. Başköy’den de bizim camiye gelirlerdi.

Rahmetli deden Molla Nuri (Çakır) Efendi köydeki evin alt katında otururdu. Bir gün Ramazanda iftarı bekliyorlar. Ethem dayı (Azizoğlu) iftara yakın pencereden içeri bakınca “Ethem gel yemeği birlikte yiyelim” diyince rahmetli Ethem dayı, “İştahım yok” demiş. Tabii, Ramazan ayında iftar vakti iştah olmaz mı? Nüktedan insanlardı vesselam.

İmam dedemin (Mustafa Dilmen), Hafız dedemin (Nuri Balcı) ve dedenin (Molla Nuri Çakır) üç özelliği var. İmam dedem arkasına ağır yük alır, 200-300 kilo götürürmüş. Dedem, ev yapımında kullanılan büyük ağaçların virajlardan dönmesi için iyi omuz dayanırmış. Molla Nuri amcanın da en dikkat çeken özelliği güzel ezan ve Kur’an okumasıydı.

O zaman şartlar çok zordu. Kabak çekirdeklerini kurutup satacaktık ki para gelsin. 10-15 tane seğer bakardık yiyecek yağ olmazdı. Sabahleyin kalkıyorsun, Mardalun eğratluğu var. Hovandaş’ten (köye 3 saat mesafedeki arazi, otlak) çimen eğratluği var. Giderken ekmek, armut yiyerek gidiyorsun. Oradan geliyorsun yemeği ondan sonra yiyorsun. Bilgisizlikten kaynaklanan işler. 15 tane seğer bakacağına 5 tane bak iyi bak. Katuk da alursen. Ama her akşam toplanırdık, der gülerduk. Şimdiki gibi parası olanla olmayan ayrılmazdı. Orada zenginlik para değildi, çünkü para yoktu. 1952 yılında ilk defa çay ektik. Çay ektiğimiz araziden 7 metre kereste çıktı. Oradan çıkan kalasları, ağaçlar omuzla, arkayla işçiler taşıdılar dereye atılacaktı. Yevmiye 1 lira idi. Ağaçlar derelere atılarak Çayeli’ne doğru taşınırdı.

*Yayla hayatından biraz bahseder misiniz?

Biz en çok Ediler Yaylamızı severduk. Her sene yeyleye giderdim. 4-5 sene çobanlık ettim. Ediler bir köyün yaylası olduğu için çok iyi tanıyorsun birbirini. Kimse senden çekinmiyor, sen de çekinmiyorsun. Rahat gidip gelebiliyorsun. Ne olursa olsun orada olan hiç dışarı taşmazdı. Mesela gündüz hep beraber çobanlık ederduk. Toplanma neresi, ‘bayirun tumbi’ denen yer. Tabii Ediler’de sevdaluk da olurdi.

*O zamanki yaylacılar kimdi?

Başköylü kereginum, Koçken Asiye, çok zekiydi. Tok bir kadındı. Bir şeyini anlatayım. Bir gün rahmetli Salim’in (Bilgin) oteli vardı. Oraya gitmiştim. Ben de o günlerde köye gidecektim. Ralmetli Salim’e dedim ki, “Koçken asiyenin yatağı yok, yatak yaptıracağım. Parasının yarısını sen, yarısını ben vereceğiz” Dedi ki “Yaptır, parasının hepsini ben veririm.” Gittik köye, bir iki gün sonra şeker yaptırmışım, annemle beraber indik Köçkenin evine. Oturduk başladık konuşmaya, cahillik işte. Dedim ki “Asiye hala gideceğim Mapavriye. Bir eksiğin var mı onu alalım.” O da “Biz de her şey var. Lazım değil” dedi. Bizim cahilliğimiz, o söze inandık ve hiçbir şey almadık. Asiye hala aynı zamanda büyük bir halk şairdi, ‘atma türkü’ kurardı.

Koçken Hevva hala, erkek gibi kadındı. Çok cömertti. Hepsinin özelliği vardı. Hurem hala, kapıda ya Kur’an olurdu, ya mezraklı ilmihali okurdu. Beyukonon Kevser, içluğun üzerine göğüslük bağlardı. Namaz kılarken çıkartırdı, sonra giyerdi. Çok hakları var bizde. Bir tane Türkçe yazılmış mevlüd kitabı vardı. Onu okuyorduk türkü gibi, o da mevlid okuyoruz diye beğenirdi. Ediler Yaylası (Pelat’a yakın yayla) soğuk bir yerdi. Akşamları otururduk, geç vakit kalkarken rahmetli namaz kılmayanları hicvetmek için derdi ki, “Ne mutlu namaz kılmayanlara” derdi. Annemi tanıyorsunuz Nesime. Annemin adı Nesime’ydi ama herkes, ‘Nesime ona(anne)’ derlerdi. Şevki’nin Hevva. Akşam gelirdi bize, annem de namaz kılar, erkenden uyumaya başlardı. Hevva hala konuşur konuşur, annem uyur bu arada. Sonra “Ben kalkeyim bare” derdi. Annemi dürterdim, o ya yarı uyanık halde, “Hevvayum hadi gideyimisen” derdi. Rahmetli Cermoğuli Gülsüm vardı. Bir gün yeni gelmişim yeyleye. Ben de gittim çoban, gülsüm ona sen de git dedi, yok sen git ben kollarom dedi.

*İstanbul’a ne zaman ve nasıl geldiniz?

Süleyman (Dilmen) dayımla geldim İstanbul’a. Babam çağırmıştı geldim. Önce Rize’ye geldik, bineceğiz vapura, bir akşam kaldık Rize’de. Sabah bindik vapura 5 güne geldik İstanbul’a. Babam bizi aldı Tophane’den. Eminönü o zaman yine biraz kalabalıktı. Başka bir cadde yok, sadece o cadde vardı. Babamın çalıştığı otele geldik. 2. katta Aloman Emice (Ahmet Erdem) çalışırdı. Özipek Palas Oteli. İçeri girerken ben arkadan girdim, içeri girince elektrik lambası yandı. Ben de lambayı kapatmaya çalışıyorum, lambayı çeviriyorum. Aloman Emice geldi, “Olo neydeyisen?” dedi. Ben de ‘lambayı kapatıyorum’ dedim. Tabi kapatamıyoruz, kapatmayı bilmiyorum. Meğer lambanın düğmesi var oradan kapanıyor, düşünün artık bir şey görmemişiz.

Babam her gün b ana 150 kuruş veriyor, yemek ve yol parası. Bir gün oteldeki odadan indim aşağıya. Babam birisiyle konuşuyor. Bana “Gidiyor musun?” dedi, Ben de gidiyorum dedim. Babamın yayındaki adam “Kimdir bu” diye sordu. Babam da “Benim oğlum” dedi. Nerede çalışıyorsun dedi, anlattı babam. Beni aldı, beraber arabasının yanına gittik. Bindik arabaya beni yolunun üstünde olan çalıştığım yere götürdü. Sene 1953. Sonra öğreniyorum ki o zamanki Turizm Bakanı Nurettin Arıcıoğlu imiş. Bana ki “Seni götüren ‘bakandır’” dediler. Ben ‘bakan’ ne demektir bilmiyorum ki! Ben arabaya hayran kalmıştım.

Köyde o zaman iyi tarafları çoktu ama millet önünde örnek zengin olmadığı için, bilmediği hayatı arzulamazsın. Belki o bakımdan rahattık. Büyüklerimiz de pek bilmiyordu. O zamanki amaç neydi, İstanbul’a gelecek güzin/kışın çalışacak, yazın kira parasını, bir de yalıcılık parasını, bir de üzerine bir elbise yaptı mı en zengin sensin. Gaye o idi. İşe güce, teşvik eden de yoktu, bilen de yoktu. Amma bir şeyi sonradan düşündüm, köyde dikkat edin, eskiden arazileri olmayanlar mecburi geldi İstanbul’a onlar zengin oldu, maddi olarak kazandı.

Mesela seğer/inek vergisi vardı. Çalkatura derler. Bir gün kocakari Haçipostan yukarı gidiyor. Çalkatura/vergi memuru yukardan geliyor. Soruyor ‘hala  nereye gidiyorsun?’ Kocakari da “Ah uşağum sorma Çalkatura mi nedur gelmiş, seğerleri ondan kaçureyom” demiş. Ben şahsen görmedim ama böyle şeyler oluyormuş.

*Bir müddet Almanya’da da işçi olarak çalıştınız. Biraz da Almanya’tan bahsetseniz?

1973 yılında gittim Almanya’ya. Bir-birbuçuk ay boşta kaldım. Akşam bir arkadaş geldi, sabah iş var gidermişin dediler, ben de öyle başladım işe. Sokaklarda su borusu döşüyoruz. Orada iyi çalıştık, işi kaptım. İş bittikten sonra bir Alman geldi, bizi kepçeyle götürüyor, hepimiz kaçak işçiyiz o zaman. Bizi kaldırıyor, indiriyor bizimle dalga geçiyor. Biz ses çıkaramıyoruz. Neyse gittik barakaya, yemeğimizi yedik. 4-5 gün çalıştık, o iş bitti. Sonra başka işe girdik. Kaldırım taşları yapıyoruz. Ben el arabasıyla taş taşıyorum. Orda kendimi sevdirdim, orada taş ustası üç yıl okuyor. 15 dakika kahvaltı, yarım saat öğle yemeği şeklinde çalışıyoruz. Doğru çalıştık, patronumuz memnun kaldı. Sonra Türkiye’ye kesin dönüş yaptım ve İstanbul’da fırın açtık. Cerrahpaşa Ekmek Fırınını işletiyoruz. Yaz aylarında köye giderim, kışın İstanbul’dayız. Köyü ve yaylaları unutamam, her zaman oralarda olmak isterim.

 

*Gençlere tavsiyeleriniz nelerdir?

Vaktinizi iyi değerlendirin. Bir insanın boş vakti olamaz. Adama soruyorsun, hobi mobi… İleriye bakanların hiç birinin ‘boş vakti’ olmamış. Bu zamanda bir gencin iki lisan bilmesi kesinlikle şart. Biri İngilizce, biri Arapça. İnsan ve genç çalışacak, çalışacak, amma dünyayı sevmeyecek, çevresi için. Aman aman diyorum, iyi çalışın, sizden sonra gelen gençlere sahip çıkın, burs verin, bir şeyler yapın. Gençleri unutmayın, yaşlıların ihtiyacını görün yeter. Gençler bu ülkenin teminatıdır. Bizim köyde okul vardı, değirmen vardı, iyi kötü yol vardı. Çevrenle köyünle gencinle ilgileneceksin. Aman okuyun, okuyun, okuyun. Ekmek parası için değil. Okumanın birinci gayesi kültürlü olmak için olmalı. Yoksa ekmek parası kazanmak için değil. Kültür olmadıktan sonra paranın değeri yok. Parayı kullanmak için de kültürlü olmak lazım.

Yazdırılabilir Sayfa Yazdırılabilir Sayfa | Word'e Aktar Word'e Aktar | Tavsiye Et Tavsiye Et | Yorum Yaz Yorum Yaz

Röportajlar

En Çok Okunan Haberler

Umut yarını değiştirme çabasıdır!07 Temmuz 2019
RadyoSenoz
 
İSTEK GÖNDER

FOTOĞRAF GALERİLERİ

Yayınlanan yazıları kaynak göstererek yayınlamak serbesttir. © Copyright 2004-2009
Yazar Girisi | Altyap: MyDesign Haber