Yayla çobanları için bir final bir ödüldür dediğimiz “Şemkehot Yaylasına” Palat Yaylasından göç ederek gelmiştik…
Pelat Yaylamızın konumu gereği akşama kadar inekleri koruma ve kollama görevi olan biz çobanlar, bir vadinin için de kurulan Şemkehot Yaylasında çobanlık neredeyse hiç yapmaz, harika bir doğası olan yaylamızda günümüzü gün ederdik!
Anlatacağım hikâyemizde ki o gün “Şemkehot Yaylası” nda çok kötü bir hava vardı. Sabah yaylanın çobanlarının bir kısmı ineklerini “Korucu Pagının” yakınına kadar götürmüş yamaçlara doğru yaymış, kimisi de “Hacılvağ” sırtlarına bırakmıştı…
O gün çok yağmurlu bir hava vardı Şemkehot Yaylasında…
Üstüne üstlük alçak dumanı yaylada ki her taşın dibine kadar girmiş göz gözü göremez durumdaydı…
Pagların “sırıkları” şiddetli yağan yağmur nedeniyle neredeyse “paros” ları (örtü) taşıyamaz hale gelmişti.
Böyle günlerde “paglardan” (evler) çıkamazdık. Yaylanın “buligleri”(kızlar) ve “uşaklar” (erkekler) kendi aralarında bir pagda toplanır oyunlar oynar, türküler söyler vakit geçirirdiler…
Akşama doğru duman ara ara “Marhabidom Yaylasına” kadar çekiliyor ama daha yoğun bir şekilde geri gelerek çakan şimşekler eşliğinde hem yağmur hem de soğuk getiriyordu.
Nihayet yavaş yavaş akşam olmak üzereydi ve yaylanın inekleri “vonağa” kadar gelmeye başlamıştı. Tabii hoveniçte ya da şehitliğin altına gelen her çoban bu kadar yoğun sısın arasında kendi ineklerini arıyor eksik falan var mı diye de kontrol ediyordu.
Artık hava kararmaya başlamıştı Şemkehot Yaylasında…
Çoğu evin İnekler ahırlara gelmeye başlamıştı. Yaylacı analarımız çoktan ahırların yolunu ellerinde ki bakraçlarla birlikte tutmuş “sağım işine” başlamışlardı…
Birden yaylanın tam ortasından geçen derenin öbür tarafından bir ses duyuldu…
Şu anda kimin olduğunu unuttuğum (Cütinç tarafından olduğunu hatırlıyorum ) bir evin inekleri gelmemişti ve yaylanın çobanlarını kaybolan inekleri aramak için “hoveniçe” çağırıyorlardı…
Ellerimizde değnekler cebimizde “el fenerleri” ile birlikte “hoveniçe” doğru hızlı bir şekilde hareket ederek gittik.
Adettir yaylalarda. Kimin inekleri olduğuna bakılmaksızın herkes seferber olur ve kaybolan inekleri arama işine başlanılırdı…
Yalnız bu arama işini genelde yaylanın erkek çobanları yapardı.
Bu sefer enteresan olan bir şey yaşıyorduk, yaylanın bir kaç “buligi”de bu arama işi için hoveniçe gelmişlerdi. Bu bizim için farklı bir şeydi ama kendi istekleriyle geldikleri için itiraz edecek durumumuz da yoktu.
Hemen aramızda görev dağılımı yaptık.
Kızlar Hoveniçten başlayarak ,”Salağpurun Puarı”, iki derenin arası hızasın da arama yapacak, erkeklerde, “Nişanlı”’dan başlayarak, “Nuskanın Dağı” ve çevresinde ki yamaçları izleyerek arama yapacaktık…
Biz yaylanın erkek çobanları kızlardan ayrılarak tayin ettiğimiz yöne doğru yürümeye başladık…
İçimizden birisi birden muziplik olsun diye dedi ki; şimdi “buligler” bizden önce inekleri bulunca kimin ismiyle çağırarak “inekleri bulduk” diyecek!
Herkes delikanlı damarını işleterek “beni çağıracak” geyiği yapmaya başladı. Ben ise bu muhabbete hiç girmeden konuşulanları dinlemekle yetiniyordum!
Araya araya neredeyse “Nuskanın Dağına” çıkmıştık. Zaman zaman ikişer, üçer kişilik gruplar halinde ayrılıyor tek tek yamaçlara ve içlerinde ki “serken” (yar)lere bakıyorduk. Fakat bir türlü ineklerden ne bir iz ne de “çernak” seslerini duyabiliyorduk…
Birden alçak dumanın ve yağmurun şiddetini bastırırcasına bir ses duyuldu derinlerden…
Hemen durduk sesin geldiği yöne kulak kabartmaya başladık. Ama ses o kadar derinden geliyordu ki ne dendiğini anlamamız çok zordu…
Hemen karar verdik ve sesin geldiği yöne doğru bulunduğumuz yamaçtan aşağıya koşmaya başladık…
Sese doğru yaklaştıkça daha anlaşılır bir cümle duymaya da başlamıştık.
Biraz daha yanaşınca;
“Olooo Abdurrahman, seğerlerı bulduk... gelinnnn!” diyen buliglerin sesini duyduk!
Tabii ben ismimin çağrılmasına çok sevinmiş hatta için için gururlanmıştım.
Diğer çobanların keyfi kaçmış, yüzlerinden düşen bin parçaydı adeta!
Ben hemen espri yaparak ortamı yumuşatmaya çalıştım.
Dedim ki arkadaşlarıma; ismim daha uzun olduğu için “buligler” beni çağırdılar yoksa ha ben ha siz ne fark eder ki, önemli olan sığırların bulunması değil midir?
Geçen yıl “Şemkehot Yaylasına” gittiğim de kafileden ayrılarak “şehitliğin” olduğu yere giderek bu anımın geçtiği yerleri doya doya bir kez daha seyrederek ve düşünerek yeniden yaşadığımı hatırlıyorum.
Biraz sulu gözlü olduğumdan dolayı o anları düşünürken gözlerimden akan yaşlara engel olamadığımı da itiraf etmek istiyorum!
Bazen kendimi ve kendimle birlikte o günleri yaşayan insanları çok nasipli görüyorum.
İyi ki diyorum; köyde doğmuşum, yaylalarda çobanlık yapmış ve yüzlerce anı biriktirmişim! Yoksa bu anıları yaşamamış olsaydım her halde çok eksik ve yavan kalırdı hayatım!
Görüşmek üzere, Allah’a emanet olun…